Yıl 1971...
İzmit’ten Pamukova’ya gitmek üzere yol üzerinde otobüs
bekliyordum. Orada benim gibi yine
otobüs bekleyen ve dikkatimi çeken uzun boylu, bakışları keskin, nur yüzlü ve
merhametli yaşlı bir zâta rastladım. Yanına yaklaşıp yaşını sordum. Tebessüm
etti:
“-Doksanı geçtik” dedi.
İçimden bu asırlık canlı tarih gibi insanda kim bilir
ne güzel hatıralar vardır diye geçti. Zaten böyle yaşlı kimselerden hâtıra
dinlemeyi çok seviyordum. Çünkü onlar hem tecrübeler hazinesi, hem de canlı
tarihtirler.
Dedim ki:
“-Efendim, otobüs bekliyoruz. Hatıralarınızdan
bahsedebilir misiniz?” Dalgınlaştı, derin bir iç çekti:
“-Âh yavrum âh, hangisini anlatayım?” dedi.
“-En mühim gördüğünüz bir tanesini istirham ederim.”
dedim.
Bunun üzerine gözlerini sabit bir noktaya dikti.
Dalgınlaştı ve o hâl içinde anlatmaya başladı:
“-Evlâdım, Trablusgarp’tan itibaren Osmanlı’nın son
dönemindeki bütün savaşlara katıldım. Bulgaristan’da esir düştüm. Artık kurşuna
dizilmeyi bekliyordum. Açık bir meydanda kalabalık bir esir yığınıydık. Bir
kumandan geldi. Hepimizi süzdü. Bana biraz dikkatlice baktı. Sonra beni işaret
ederek emir subayını gönderdi ve beni diğer esirlerden ayırdı. Şaşkın
bakışlarım arasında bana çok iyi davranıyorlardı. Aramızda hiçbir konuşma
olmadı. Sonra beni alıp Sofya’ya götürdüler. Lokantalı bir otele yerleştirdiler.
Kumandan temiz bir Türkçe ile bana:
“-Burada yatacak, burada yiyeceksin. Ben gelene kadar
da kimseyle görüşmeyeceksin!” dedi.
Onun pürüzsüz bir Türkçe ile konuşmasına son derece
hayret ettim. Herhangi bir mânâ da veremedim. Tam bir İstanbul ağzı ile
konuşmuştu. Kumandan benim şaşkınlığıma hafifçe gülerek baktıktan sonra emir
subayına emretti:
“-Bunu önce bir banyoya götür. Sonra da bir mağazada
tepeden tırnağa giydir” dedi.
Sofya’da sanki tatilde bir yazlıktaymışım gibi
yaşadım. Aradan bir hafta geçti. Kumandan bu sefer yalnız geldi. Dedi ki:
“-Bugün son günün, nereye gidelim?”
Ben de:
“-Son gün olduktan sonra nereye olursa olsun, fark
etmez!” diye cevap verdim.
Eliyle işaret ederek:
“-Arkamdan gel!” dedi.
O önde ben arkada bir binaya geldik. Kimsenin
işlemediği bir kapıdan bodrum katından içeri girdik. İster istemez tedirgin
olarak heyecanlandım. Herhalde beni burada kurban edecekti. 60 basamaklı bir
merdivenden çıktıktan sonra bir kapıya geldik. Oradan uzun bir koğuşa girdik.
Her bir yatakta 13-14 yaşlarında çocuklar vardı. Üzerleri örtülüydü. Birkaçının
örtüsünü çekip bana gösterdi. Şaşırdım, bu çocuklar sünnet olmuşlardı. Dedi ki:
“-Bunları görüyor musun?”
“-Evet, fakat bir şey anlayamadım” dedim.
Pişkin pişkin güldü ve nedendir bilemiyorum, tane tane
açıkladı:
“-Bunlar, Bulgaristan’ın zekâ testine tâbi tutulmuş en
zeki öğrencileridir. Biz bu çocukları özel yetiştiriyoruz. İslâm dinini hepsine
güzelce öğrettik. Osmanlı’nın içine salacağız. Osmanlı toprağının her yerine
yayılıp oralardan bize hizmet edecekler. Son olarak bunları görmeni istedim.
Çünkü yarın seni serbest bırakacağım, memleketine gideceksin...”
Aleyhime olup olmayacağını hiç düşünmeden, yâni beni
orada öldürme ihtimallerinden daha yüksek bir tedirginlik içerisinde dedim ki:
“-Ben bunu pâdişâha söylerim.”
Kahkaha ile güldü:
“-Aptal! Pâdişâhın etrafındakiler de bizden. Seni onunla görüştürmezler. Hem senin adını deliye çıkarırlar da kimseyi inandıramazsın!”
Sonra keskin bakışlarını üzerime dikerek sordu:
“-Nerelisin?”
Yine şaşırdım. Çünkü o vakte kadar bana bunları hiç
sormamıştı. Düşünceli bir şekilde cevapladım:
“-Konya.”
“-Neresinden?”
“-Ermenek”ten.”
“-Sizin köyde bir hoca vardı, hatırladın mı?”
“-Evet, ben onda okumuştum.”
“-Bir de oğlu vardı hani?..”
“-Hatırlamam mı? Sırtımda az mı taşıdıydım onu,
hocanın oğlu diye...”
“-İşte o benim! Seni de beni sırtında taşıdığın
günlerin hatrına serbest bırakıyorum!..”
O anda buz kesildim. Cennet vatanımın içinde bulunduğu
tehlike beni ürküttü. Halkımızın kâh reformcu yaklaşımlarla kâh iptidâî
taassuplarla din adına yanlış yönlendirilmelerinin temelindeki acı gerçek
yüreğimi sızlattı. Neredeyse hürriyetime kavuştuğuma sevinemedim.
Anla oğlum, dikiş makinesi, elektrik vesaire icad
edilince bu milletin önüne geçip de gâvur icadı diyerek ilmî terakkîye set
çeken, böylece bu aziz milleti geri bırakanlar, sonra da “Bakın din yüzünden ne
kadar geri kalıyorsunuz” diyerek dinden de soğutanlar, meğer düşmanın
yetiştirip içimize saldığı kendi casusları imiş!..
Evlâdım, vatan toprağına adımımı atar atmaz İstanbul’a
gittim. Durumu pâdişâha iletmek istedim. O Bulgar kumandanın dediği gibi bir
türlü görüşemedim...”
Bunları anlattıktan sonra o yaşlı, mübârek insan yine
derin bir “âh” çekti:
“-Bunlar size ders olsun evlâdım!” dedi ve o sırada gelmiş bulunan otobüsüne
binip gitti.
KAYNAK: YÜZAKI Aylık Edebiyat Kültür Sanat Tarih ve Toplum Dergisi - İRFAN ÖZTÜRK
Başlıktaki 1971 yılı gözümden kaçmış da sizin başınızdan geçen bir olay zannettim, sonuna kadar.
YanıtlaSilHakiki tarihi yazan, konuşan bir kaç kişi var piyasada. Ama bir çoğu da kendi çıkarına göre konuşuyor.
Bazen Kadir Mısıroğlunun kitaplarını okuyorum. Onlarda da ne zulümler ifşa ediliyor bir bilseniz.
Çok haklısınız Müfred Hanım. Yalan yazan tarih utansın demekten başka bir şey gelmiyor elimizden.
SilHer insan ayrı bir roman gibi ...
YanıtlaSilAynen öyle. Kime dokunsan bir roman dökülür dillerinden...
SilOkudum, yavaş yavaş tane tane anlayarak okumaya çalıştığım için gerçekten çok duygulandım. Eğer yanlış anlamadıysam, o hocanın oğlu düşman adına çalışan bir subay; 'beni sırtında taşıdığın günlerin hatırına serbest bırakıyorum' dediğinden bunu çıkardım.. Son cümleler de bu nedenle çok anlamlı olmuş.. Bu hikaye çok iyiydi, elinize emeğinize sağlık.. :)
YanıtlaSilAynen doğru anlamışsınız. O zaman da kuzu postu giymiş kurtlar varmış şimdi de aynı. Hiç değişmiyor.
SilYorumunuz için ben teşekkür ederim. Esasında ben sadece iktibasta bulundum bu güzel hikayeyi.
heart warming and sad story at the same time..
YanıtlaSil